 |
Bismillahirrahmanirrahim
HZ.
RESULULLAH (S.A.A)’İN HAYATI
F.Altan
Resulullah (s.a.a), Fil yılı, Rabiulevvel ayının on
yedisinde (M.570’de) Cuma günü şafak vakti Mekke
şehrinde dünyaya geldi.[1]
Resulullah (s.a.a)’in değerli babası, Abdullah bin
Abdulmuttalip bin Haşim bin Abdumenaf idi; değerli
annesi ise Veheb bin Abdumenaf’ın kızı Amine idi. Görüldüğü
gibi her iki şahsiyetin akrabalık bağı Abdumenaf’da
birleşiyor.
Hz. Peygamber’in mübarek ismini, İlahi emir gereği
Muhammed[2]
künyesini ise Ebu’l Kasım[3]
koydular.
İmam
Bakır (a.s)’ın buyurduğuna göre, Hazretin doğumunun
yedinci günü Ebu Talib, Peygamber (s.a.a) için bir
kurban kesti ve akrabalarını misafirliğe davet ederek
şöyle dedi: "Bu Ahmed’in akikasıdır.” Misafirler; “Onun
ismini neden Ahmed koydun?” diye sorduklarında, Ebu
Talib; “Yer ve gök ehlinin övgüsünden dolayı onun ismini
Ahmed koydum.” dedi.[4]
İşte bundan dolayı Emir-ul Müminin Ali (a.s), Hz.
Resulullah (s.a.a)’in de, iki ismi bulunan
peygamberlerden olduğunu söylemiştir.[5]
Peygamber (s.a.a) henüz daha dünyaya gelmeden babasını
kaybetti;[6]
dünyaya geldikten sonra da onu, süt emmesi için Halime-i
Sadiyye’ye emanet ettiler. İbn-i Sad’ın yazdığına göre,
Halime Hazreti kucağına alır almaz göğsü sütle doldu;
öyle ki, Peygamber ve Halime’nin açlıktan uyumayan
çocuğu da o sütten doydular.[7]
Peygamber (s.a.a) üç yaşına kadar annesi Amine’nin de
gözetimiyle süt annesi Halime’nin yanında kaldı, daha
sonra Mekke şehrine giderek kendi annesinin yanında yer
aldı.
Peygamber (s.a.a) altı yaşında iken annesi Amine ve
bakıcısı Ümm-ü Eymen’le birlikte akrabalarını görmek
için Medine’ye gittiler. Bir ay Medine’de kaldıktan
sonra Mekke’ye dönüşte Ebva’ya (Cuhfe’den 37 km. uzak)
ulaştıklarında Hazretin değerli annesi vefat edip orada
defnedildi. Ümmü Eymen Hz. Peygamber’i Mekke’ye götürdü,
orada da Abdulmuttalip onun sorumluluğunu üstlendi.[8]
Ama iki yıl sonra Abdulmuttalip de dünyadan göçtü.[9]
Onun vasiyeti gereğince Ebu Talib yeğeni Hz. Muhammed (s.a.a)’in
sorumluğunu üstlendi.[10]
İbn-i
Abbas’ın naklettiğine göre Ebu Talib Hz. Peygamber ile
öylesine ilgileniyordu ki, gece ve gündüz ondan bir an
olsun ayrılmıyordu, onu kendi yanında yatırıyor ve onun
hakkında kimseye güvenmiyordu.[11]
Resulullah (s.a.a) on iki yaşında[12]
Ebu Talib’le birlikte Şam’a yolculuğa çıktı. Bu
yolculukta Buheyra isminde bir rahiple karşılaştılar.
Buheyra, Mesihi (Hıristiyan) alimlerinin en
bilginlerindendi. Hz. Peygamber’i görür görmez, O’nun
ahir-uz zaman Peygamberi olduğunu hemen anladı. Buheyra
Ebu Talib’e dönüp şöyle dedi: “Önceki semavi kitaplarda
bu gencin peygamberliğiyle ilgili haber vardır."[13]
Resulullah (s.a.a) erginlik çağına kadar Ebu Talib’in
evinde kaldı. Hazret ahlak, yiğitlik, halkla geçinmek ve
emanete riayet etmek bakımından öyle bir ahlaka sahipti
ki, halk ona “Emin” lakabını takmıştı.[14]
Resulullah (s.a.a) yirmi yaşında iken “Hilf-ul Fudul”
antlaşmasına katıldı. Bu antlaşma Beni Haşim, Beni Zühre
ve Beni Temim arasında yapılan en iyi antlaşma idi. Bu
antlaşma gereği mazlumlarım hakları zorbalardan alınacak
ve gereken yardımlar onlardan esirgenmeyecekti.[15]
*
* *
Hz.
Hatice asaletli ve serveti olan bir kadındı ve erkekler
vasıtasıyla ticaretle uğraşıyordu. Resulullah'ın doğru
konuşan ve emanettar biri olduğunu öğrenince O Hazrete,
kölesi Meysere ile birlikte ticaret yapmak için Şam’a
gitmesini ve kendisine diğer tacirlerden daha fazla pay
vereceğini önerdi. Resulullah (s.a.a) Hatice’nin bu
önerisini kabul ederek onun malı ile Şam’a doğru yola
çıktı. O memlekette mallarını satıp işlerini bitirdikten
sonra Mekke’ye doğru hareket etti. Mekke’de ise oradan
getirdikleri malları satıp, öncekilere oranla iki kat
veya daha fazla kâr elde etti. Üstelik Meysere de yol
boyunca Resulullah’tan gördüğü hareket ve davranışları
Hatice’ye anlattı.
Hatice,
birisi vasıtasıyla Resulullah’a şöyle bir mesaj gönderdi:
“Ey amca oğlu, aramızdaki akrabalık bağından ve kavmin
arasında yüce, şerefli, soylu, emanettar, iyi huylu ve
doğru konuşan biri olmandan dolayı seninle evlenmek
istiyorum.”
Hatice’nin bu evlenme teklifi öyle bir zamanda oldu ki,
Hatice o zamanlar nesep açısından en köklü, şeref ve mal
bakımından da bütün kadınların en üstünü idi; herkes
onunla evlenmek istiyordu, ama o hiç kimseyi kabul
etmiyordu.[16]
Resulullah (s.a.a) Hz. Hatice’nin evlenme teklifini
kabul ederek amcalarını onu istemeye gönderdi.[17]
Resulullah (s.a.a) evlendiği zaman yirmi beş[18],
İbn-i Abbas ve bir grup diğer bilginlerin sözüne göre
Hz. Hatice de yirmi sekiz yaşında idi.[19]
Hz.
Peygamber (s.a.a)’in Hz. Hatice ile evlenmesinden, ikisi
erkek, dördü kız olmak üzere toplam altı çocuğu oldu.
Erkeklerin isimleri; Kasım ve Tahir; kızların isimleri
ise Ümmü Gülsüm, Rukayye, Zeyneb ve Fatıma’dır.[20]
Hatice-i Kubra (a.s) Resulullah (s.a.a) ile ortak
yaşantısında çok fedakarlıklar yapmıştır. O bütün mal ve
servetini aziz eşinin ihtiyarına bırakmış ve bütün
kadınlardan önce Hz. Resulullah’a iman etmişti.
Resulullah (s.a.a) onun hakkında şöyle buyurmuştur:
“O, insanlar kafir olduğunda bana iman etti, halk beni
tekzip ettiğinde o beni tasdik etti, halk beni mahrum
bıraktığında o kendi malıyla bana yardımda bulundu.”[21]
*
* *
Hz.
Resulullah’ın yaşantısının en hassas dönemi, 40 yaşına
girdiği ve Receb’in 27. günü (M.610) peygamberliğe
seçildiği andır.[22]
O zamandan itibaren üç yıl boyuca halkı gizlice İslam’a
davet etti.[23]
Hz. Resulullah’a ilk iman eden Emir-ul Müminin Hz. Ali
olmuştur.[24]
Ondan sonra da Hz. Hatice iman etmiştir.
Bi’setin üçüncü yılında Resulullah (s.a.a), halkı açıkça
İslam’a davet etmeye emr olundu. Bu emir gereği önce
kendi yakınlarını misafirliğe davet ederek onlara şöyle
buyurdu:
“Allah-u Teala beni, sizi O’na davet etmeye emretmiştir.
İçinizden kim beni tasdik edip bu işte bana yardımcı
olursa, sizin aranızdaki kardeşim, vasim ve halifem
olacaktır.”[25]
Teberi’nin yazdığına göre Ebu Talib oğlu Ali,
Peygamber’e yardımcı olacağını ilan eden tek şahıs idi.
Peygamber (s.a.a) de oradakilere şöyle buyurdu:
“Bilin ki, bu şahıs, benim sizin aranızdaki kardeşim,
vasim ve halifemdir; onun sözlerini dinleyin ve
emirlerine itaat edin.”[26]
Resulullah (s.a.a) akrabalarını İslam’a davet ettikten
sonra, halktan da putlarını bırakıp sadece Allah’a
ibadet etmelerini istedi. Bu söz onlara çok ağır geldi;
az bir grup hariç hepsi Hazrete düşman kesilmeye başladı.
O kritik anda, Mekke’nin büyüğü ve Peygamber’in amcası
olan Ebu Talib, kardeşi oğlunun yardımına koştu ve onu
yalnız bırakmayacağına dair yemin etti.[27]
Gerçekten öyle de yaptı. Ebu Talib, hayatta olduğu
müddetçe Kureyş Hz. Peygamber’i fazla incitemiyordu.
Kureyş
büyükleri, Ebu Talib’in koruması altındaki Hz.
Peygamber’i tam baskı altına alamadıklarını görünce,
yeni müslüman olanları eziyet ve işkence etmeye
başladılar. Peygamber (s.a.a), Müslümanların Kureyş’in
zulüm ve eziyetinden kurtulmaları için onlara
Habeşistan'a hicret etmeleri için izin verdi.
Hicretin altıncı yılında, Mekke müşrikleri, Peygamber (s.a.a)’i
öldürme kararı aldılar. Bu yüzden Muhammed (s.a.a)’i
kendilerine teslim etmedikçe Beni Haşim’le muamele
yapmayacaklarına ve onlardan evlenmeyeceklerine dair
kendi aralarında bir antlaşma imzaladılar. Bu antlaşmayı
bir deri sayfasına yazarak Ka’be’nin duvarına astılar.
Beni Haşim de canlarını korumak için Peygamber (s.a.a)
ile “Şi’b-i Ebu Talib” deresine sığındılar; üç yıl
boyunca orada kaldılar. Üç yıl sonra Allah-u Teala
Peygamberine, antlaşmayı “Allah” lafzı hariç
karıncaların yediğini haber verdi. Ebu Talib bu haberi
Kureyişlilere iletti ve onlara; “Eğer Muhammed’in
söyledikleri doğru çıkarsa ne yaparsınız?” diye sordu.
Onlar da: “Artık el çekeriz” dediler. Kureyşliler
Ka’be’ye gidip oraya astıkları antlaşmanın “Allah” lafzı
hariç karıncalar tarafından yenildiğini görünce kendi
antlaşmalarından vazgeçtiler. Bi’setin onuncu yılında
vuku bulan bu olay neticesinde Mekke halkından birçok
kimseler İslamiyeti kabul ettiler. Böylece Beni Haşim
Şi’b-i Ebu Talib’den dışarı çıkabildi.[28]
Peygamber (s.a.a), bi’setin onuncu yılında iki büyük
yardımcısı olan Hz. Ebu Talib ve Hz. Hatice’yi kaybetti.[29]
bu iki büyük şahsiyetin ölümü Hazrete çok ağır geldi,
bundan dolayı o yılın ismini “Hüzün yılı” koydu.[30]
İmam
Zeyn’ul- Abidin (a.s) şöyle buyurmuştur:
“Resulullah (s.a.a), Ebu Talib ve Hatice’yi
kaybettiğinde artık Mekke’de kalması güçleşmişti...
Allah-u Teala bundan dolayı Hz. Peygamber’in, Mekke’de
yardımcısı olmadığından orayı terk edip Medine’ye doğru
hareket etmesini emretti.”[31]
Ebu
Talib merhum olduktan sonra Kureyş’in Peygamber’e
eziyeti gittikçe fazlalaştı, Hazrete defalarca ihanet
edip O’nun canına kıymak istediler.[32]
Mekke
müşrikleri, bi’setin 13. yılı “Dar’un Nedve” denilen bir
yerde toplanıp Peygamber’i öldürme kararı aldılar. Bu
karara göre çeşitli kabilelerden oluşan gençler hep
birlikte Hazret’e saldıracak ve kimin tarafından
öldürüldüğü bilinmeyecekti.[33]
Hz. Peygamber (s.a.a) İlahi vahiyle bu komplodan
haberdar oldu ve geceleyin Mekke’den ayrılarak Medine’ye
doğru yola çıktı. Emir’ul- Müminin Hz. Ali de Peygamber
(s.a.a)’in canını korumak için O’nun yatağında yattı.[34]
*
* *
Peygamber (s.a.a), Rabi’ul- Evvel ayının ilk günü
Mekke’den ayrıldı ve aynı ayın 12. günü Medine’nin
yakınlarında olan “Kuba” denilen yere vardı ve orada
yaklaşık on gün Hz. Ali’yi bekledi.[35]
Bu
müddet içerişinde de Kuba camisini yaptırdı. Daha sonra
Hz. Ali’nin gelmesiyle Medine’ye teşrif buyurdular .
Hz.
Peygamber’in hicreti ardınca Mekke Müslümanları da
yavaş-yavaş Medine’ye hicret etmeye başladılar. Hz.
Peygamber (s.a.a) Muhacir ve Ensar (Medine halkı)
arasındaki samimiyet bağını güçlendirmek için onların
aralarında kardeşlik bağı oluşturdu.
Peygamber (s.a.a) bu teşebbüsü ile Medine’de İslami bir
toplum oluşturmuş ve Muhacirlere yardım için de uygun
bir zemin hazırlamıştı.
Bu
küçük İslam toplumunun kuruluşundan daha 19 ay
geçmemişken Müslümanlarla Mekke müşrikleri arasında
savaş ateşi tutuştu. İlk önemli ateş Bedir savaşı idi,
onun peşi sıra Uhud, Hendek, Hayber, Tebuk vb. savaşlar
da vuku buldu.
Peygamber (s.a.a)’in savaşları iki çeşittir; birincisi,
kendisinin katıldığı savaşlardır, bu savaşlara “Gazve”
denilir. Diğeri ise kendisinin katılmadığı savaşlardır,
bu savaşlara da “Seriyye” deniliyor. Gazvelerin
sayısının 28, seriyyelerin sayısının ise 38 tane
olduğunu söylemişlerdir.[36]
Bunca savaş, dokuz yıldan az bir zamanda vuku bulmuştur.
Bu
gazve ve seriyyeler, Müslümanların Hicaz topraklarında
azamet ve güçlerinin aşikar olmasına ve birçok Arap
kabilelerinin Hz. Peygamberle barış antlaşmaları
imzalamalarına sebep oldu.
Bu
antlaşmaların en önemlisi, Hudeybiye antlaşması idi. Hz.
Peygamber bu antlaşmayı, hicretin altıncı yılında Mekke
müşrikleriyle yaptı. Bu antlaşma, Hicaz toprağında nisbi
bir emniyet ve huzurun oluşmasına yol açtı ve diğer
topraklarda da İslam’ın yayılmasına bir ortam hazırladı.
Peygamber (s.a.a), hicretin yedinci yılında İslam’ın
geniş bir şekilde yayılmasını sağlamak için birçok
mektuplar yazmış ve bu mektupları İran, Rum, Habeş,
Mısır, Yemame, Bahreyn vb. ülkelerin kral ve
padişahlarına göndererek kendi mesajını onlara
iletmiştir.[37]
Resulullah bu mektuplarda onları İslam’a davet ediyordu.
Bu vesileyle Hz. Peygamber’in evrensel risaleti dünyanın
her tarafına bildirilmiş ve böylece İslam’ın mesajı uzak
memleketlere de ulaşmıştır.
*
* *
Hicretin sekizinci yılının Ramazan ayında Mekke şehri
Peygamber tarafından fethedildi.[38]
Resulullah (s.a.a) ordusuyla birlikte savaşmaksızın
Mekke şehrine girdi, ilk teşebbüsünde Mekke halkının
hepsini affetti ve Kabe’de bulunan üç yüz atmış putu
oradan temizledi[39]
ve sonra minbere çıkarak şöyle buyurdu:
“Ey
insanlar! Allah Teala cahiliyet tekebbürünü ve atalarla
övünmeyi sizin aranızdan temizledi. Bilin ki siz
Ademdensiniz, Adem de balçıktandır. Bilin ki, Allah’ın
en iyi kulları O’ndan korkan ve günah işlemeyendir.”[40]
Resulullah (s.a.a), Mekke’de kısa bir müddet kaldıktan
sonra Medine’ye doğru hareket etti. Bir kaç aydan sonra,
Rum ordusunun İslam ülkelerine saldırıp o topraklarda
ilerlemeyi amaçladıklarını öğrendi. Hazret bu haberi
öğrenir öğrenmez İslam ordusunun, Rum ordusuna karşı
koymak için Şam sınırlarına doğru hareket etmelerini
emretti, kendisi de ordunun komutanlığını üzerine aldı.
Uzun bir mesafeyi kat ettikten sonra Hicretin dokuzuncu
yılının Şaban ayında, Şam sınırında bulunan Tebuk
topraklarına ulaştılar. Ama Rumlulardan hiçbir eser
yoktu. Çünkü Rum ordusu, Hz. Peygamber’in
komutanlığındaki İslam’ın güçlü ordusunun hareketinden
haberdar olmuş ve Müslümanlar karşısında yenilgiye
uğramak korkusundan aldıkları kararlarından
vazgeçmişlerdi.
Resulullah (s.a.a) düşman tehlikesinin olmadığını
görünce ordunun Medine’ye dönmesini emretti. “Tebuk”
ismiyle meşhur olan bu gazve Hz. Peygamber’in en son
gazvesi sayılmaktadır.
Hz.
Peygamber (s.a.a)’in Hicaz topraklarındaki en fazla
muvaffakiyet elde ettiği yıl, hicretin dokuzuncu yılıdır.
Çünkü o yılın hac merasiminde müşriklerden beraat ilan
edildi.[41]
Bu önemli mesele, Kurban Bayramında Emir’ul- Müminin Hz.
Ali vasıtasıyla düşmanlara duyuruldu ve onlara, İslam’a
karşı tavırlarını belirlemeleri için dört ay fırsat
tanındı. Bu beraatın ilanı neticesinde çeşitli
kabilelerin elçileri Medine’ye doğru akın etmeye
başladılar. Hepsi Hz. Peygamber’in huzuruna gelerek
İslam’ı kabul ettiklerini veya İslam’ın gölgesinde
yaşamaları için cizye ödemeye hazır olduklarını ilan
ettiler.
O yıl
çok fazla elçinin Medine’ye akın etmesinden dolayı o
yıla; “Amm’ul- Vefud” (Elçiler Yılı) ismini vermişlerdir.
Böylece puta tapma adet ve geleneği Hicaz toprağından
silinmiş ve yerine tevhid dini yerleşmiştir.
*
* *
Resulullah (s.a.a), hicretin onuncu yılında hac
amellerini yapmak için Mekke’ye yolculuk yapmaya
hazırlandı. Müslümanlar da bu haberi duyunca, hac
amellerini doğru bir şekilde kamil olarak öğrenmek için
yolculuğa hazırlandılar. Resulullah (s.a.a) Zilkade
ayının sonuna dört gün kala Medine’den ayrıldı,
Zilhiccenin dördüncü günü ise Mekke’ye vardı.[42]
Hac amellerini yaptıktan sonra Müslümanlarla birlikte o
şehirden ayrılarak Medine’ye doğru yola koyuldu. Yüz
yirmi bin civarında olan hac kervanı “Cuhfe” denilen
yere yetiştiğinde, Hz. Peygamber tarafından kervanın
durdurulması emredildi. Resulullah (s.a.a) namazını
kıldıktan sonra Gadir-i Hum kenarında bir hutbe okudu,
sonra Hz. Ali’nin elini tutup her ikisinin koltuk
altları görülecek kadar kolunu yukarıya kaldırdı. Herkes
onu görüp tanıdı; sonra yüksek bir sesle şöyle buyurdu:
“Ey
insanlar! Müminlerin kendilerinden, onlara daha evla
kimdir?”
Halk:
“Allah ve resulü daha iyi bilir.” dediler.
Bunun
üzerine Resulullah (s.a.a) şöyle buyurdular:
“Allah-u Teala benim mevlamdır; ben de müminlerin
mevlasıyım; ben onlara kendilerinden daha evlayım.
Öyleyse ben kimin mevlası isem Ali de onun mevlasıdır.”
[43]
Resulullah (s.a.a), bu cümleyi üç defa tekrarladı. (Hanbelilerin
imamı olan Ahmed bin Hanbel’e göre, dört defa
tekrarlamıştır.) Daha sonra şöyle buyurdular:
“Allah’ım! Onunla dost olana dost, ona düşman olana
düşman ol; onu seveni sev, ona buğz edene buğz et; ona
yardım edene yardım et, ondan yardımını esirgeyenden
yardımını esirge; o nereye dönerse hakkı onunla döndür.
Biliniz ki, bu sözleri hazır olanlar hazır olmayanlara
bildirmelidirler.”
Halk
henüz dağılmadan Allah-u Teala şu ayet nazil etti:
“Bugün dininizi kemale erdirdim, nimetimi size
tamamladım ve din olarak İslam’ı size beğendim.”
Bunun
üzerine Resulullah (s.a.a) şöyle buyurdular:
“Allah-u Ekber! Din kemale erdi, nimet tamamlandı, Allah
benim risaletime ve benden sonra Ali’nin velayetine razı
oldu.”
Daha
sonra orada bulunan insanlar Hz. Ali’yi tebrik etmeye
başladılar. Ebu Bekir ve Ömer Hz. Ali’yi ilk kutlayan
kimselerdendir...
Bu
vakıa, Zilhicce’nin on sekizinci günü vuku buldu. Hz.
Peygamber’in halife tayin etme işi birkaç defa çeşitli
yerlerde tekrarlanmıştır.
Hz.
Peygamber (s.a.a) Haccet’ul- Veda yolculuğundan sonra
ömrünün son günlerini yaşıyordu, nihayet hicretin on
birinci yılı Sefer ayının yirmi sekizinde fani dünyadan
ayrılıp ebedi yurda göç etti.[44]
Hz.
Peygamber (s.a.a)’in Hatice’den altı çocuğu vardı,
onların isimlerini daha önce zikrettik. Mariye’den de
İbrahim isminde bir oğlu vardı. Resulullah (s.a.a)’in,
Fatıma (a.s) hariç bütün evlatları kendi hayatı
döneminde vefat ettiler.[45]
Hz. Peygamber’in nesli, Hz. Fatıma’dan devam etti.
-
İkbal’ul-
A’mal, c. 3, s. 121.
-
Uyun-u Ahbar’ur- Rıza, c. 1, s. 245.
-
Kısas’ul- Enbiya-i Ravendi, s. 316.
-
Tabakat, c. 1, s. 112-117.
-
Sire-i İbn-i İshak, s. 68.
-
El- İsabe, c. 4, s. 115. Menakıb-i İbn-i Şehraşub,
c. 1, 36.
-
Kemal’ud- Din, c. 1, s. 172.
-
Tabakat-i İbn-i Sa’d, c. 1, s. 121.
-
Sire-i İbn-i İshak, s. 73. Sire-i İbn-i Hişam, c. 1,
s. 191. Tarih-i Teberi, c. 2, s. 32.
-
Tabakat-i İbn-i Sa’d, c. 1, s. 128.
-
Tabakat-i İbn-i Sa’d, c. 1, s. 128.
-
Sire-i İbn-i İshak, s. 81. Tarih-i Teberi, c. 2, s.
34.
-
Tarih-i İbn-i Esir, c. 2, s. 40.
-
Misbah’ul- Müteheccid, s. 732.
-
Keşf’ul- Ğumme,
c. 2, s. 136. Fusul’ul- Muhimme, s. 147. Ensab’ul-
Eşraf, c. 1, s. 98. Şezerat’uz- Zeheb, c. 1, s. 14.
-
El- Hisal, c. 2, s. 404. Kurb’ul- Esnad, s. 9.
Tarih-i Yakubi, c. 2, s. 340.
-
İstiâb, c. 2,
s. 721. Usd’ul- Ğabe, c. 7, s. 84. el-İsâbe, c. 4,
s. 62. Tezkiret’ul- Havas, s. 303.
-
Kemal’ud- Din, c. 3, s. 345.
-
İstiâb, c. 3, s. 1090-1095.
-
Tarih-i Teberi,
c. 2, s. 62.
-
Tarih-i Teberi, c. 2, s. 62.
-
El-Huccet-u Ala’z- Zahib, s. 249.
-
Tarih-i Yakubi,
c. 1, s. 350.
-
Kısas’ul- Enbiya, s. 317.
-
Tarih-i Yakubi,
c. 1, s. 355.
-
Tarih-i Yakubi, c. 1, s. 358.
-
Sire-i İbn-i
Hişam, c. 4, s. 256.
-
Sire-i İbn-i Hişam, c. 4, s. 254.
-
Emali-yi Tusi,
s. 342. Tefsir-i Ayyaşi, c. 2, s. 73.
-
Tefsir-i
Ayyaşi, c. 2, s. 72.
-
Zehair’ul-
Ukba, s. 67. Menakıb-i İbn-i Meğazili, s. 18.
-
Bihar’ul- Envar, c. 22, s. 514-531.
-
Bihar’ul- Envar, c. 22, s. 151.
|
 |